Özellikle müzik ve dans bölümleri ile ön plana çıkan, filmi taşıyan unsurlar olarak muhteşeme yakın olmasına karşın öteki yandan 'Penny' karakteri üzerinden yürüyen, o hikaye üzerine kurgulanmış bütün gelişmeler yavan kalıyor.
Sade denebilecek oyunculuklarla ilerleyen filmde baba-kız arasındaki ilişkide değişiklik gösteren ruh hallerine, çok bilinen üniversiteler ve zengin otel sahipleri üzerinden dillendirilen sınıfsal atıflara da denk geliyoruz. Bu gibi durumlar içeriği nasıl doldururuz düşüncesiyle hareket edildiğini açık bir biçimde gösteriyor.
Yine de dans ve müziğin birleştiği anlar bakımından izlenecek cinsten.
Eğer Herzog bu kayıtlarda onu cezbeden bir şeyler görmeseydi bu işin içine girmezdi.
Timothy Treadwell'in yaptığı şu ana kadar gördüğüm en sıradışı meydan okuma diyebilirim. Medeniyet ve bu Grizzly bölegesi gibi iki farklı dünya arasında bir noktada canlı doğasının(insanlar ve hayvanlar başta olmak üzere tüm canlılar) kötü/vahşi olduğunu kanıtlamaya çalışan inanılmaz farklı dünyayla karşı karşıyayız.
Esir kamplarındaki insanların ruh halini, savaş atmosferinde kısıtlı denebilecek mekanlarda dönen dolapları anlatmanın yanısıra farklı bir kaçış öyküsü sunuyor bize film.
Yönetmen ve oyunculukların da gayet iyi olmasıyla ortaya değerli bir iş çıkmış.
Filmin en dikkat çeken yönlerinden biri de somut koşullar göz önünde bulundurulunca sınırlı bir alanda olduğumuz aşikar ancak yine de bir istihbarat savaşı niteliğinde oyun oynayacak alan yaratılabildiğinin mümkün olduğu izleyiciye sunuluyor. Kavgasız gürültüsüz (bir fiil savaş anlamında) savaş filmi arıyorsanız, buyrun.
Shakespeare'den usta işi bir uyarlama. Kurosawa bu işi iyi kotarıyor ve karşımıza iktidar/güç mücadelesine dair görsel şölen niteliğinde başarılı bir epik film çıkıyor.
Eğlencelik bir filmdi. Temposunun nerdeyse hiç düşmemesi en büyük artısı olarak gözüküyor, diğer yönlerden zayıf kalmış durumda. Benzeri özelliklerinde dolayı 'Çakallarla Dans' havası sezinledim, o'na yaklaşan bir film diyebilirim.
Tim Krabbe'nin 'Altın Yumurta' isimli kitabından başarılı uyarlamadır. Başarıda yazarın senaryo ve kurgu aşamasına da katkıda bulunmasının etkisi yüksek ihtimal.
Gelmiş geçmiş en soğukkanlı karakterlerden (katil tiplemelerinden) birini bu filmde izliyoruz. Film ayrıca gerilim sinemasının kabul görmüş klişelerinden de epey uzakta durmasına karşılık tezgahı can alıcı bir noktaya kurarak başarılı oluyor.
Bilinmezlik filmin tamamına güzel bir şekilde yayılmış ve izleyicinin olaydan kopmasına set görevi görüyor. Bütün bu sürükleyiciliğinin yanında sosyopat karakterimizin hayatının tam da içinden kadere ve tesadüflere karşı duruş sergileniyor.
Clark Gable ve kedi bakışları filmin kısa denebilecek süresi içinde çabucak bağ kurulmasını sağlıyor. Oyuncunun diğer filmlerinde de dikkatle izlediğim bir yönü ile tanışmış oldum bu filmle.
Aldığı ödülleri sinemanın bütün unsurlarını başarılı bir şekilde işlemesinden dolayı fazlasıyla hak eden bir örnek. Tavsiye olunur.
Bir romanı okur gibi izledim filmi. Kullanılan kısıtlı mekanlar ile birlikte tiyatroda fazlaca seyredip beğendiğim Çehov'un etkisini görmek mümkün. Bizdeki Sonbahar filminin son bölümlerinde yer alan bir sahneden hareketle izleme tarihimi öne çektim. Bu bölüm ve devamı fazlasıyla etkilemişti beni:
Filmin tek olumsuz tarafı 3 saatlik süresi görülebilir ancak başarılı senaryosu, oyunculukları ve de özellikle yönetmenin mekan ve dekor seçimleri ile bugüne kadar örneğine pek az rastlayacağımız (bu sahnede ben ilk kez görüyorum) bir işe girişmesi, üstesinden de gelmesi takdir edilmesi gerekiyor.
Yönetmenin kritik seçimi doğrultusunda 9 bölümden oluşan hikayenin oyunculuklar ve mekan-dekor ile yaşayabileceği olası uyuşmazlık, filmi izleyici bakımından bıçak sırtı bir durumda bırakıyor. Bu bakımdan izlenilmesi zor bir film olarak nitelendirebiliriz.
Film, ekonomik buhran sonrası durumu yansıtmak bakımından da önemli bir noktada duruyor.
Karin, Martin, David ve Minus karakterlerine Tanrı'ya karşı konumları üzerinden farklı yüklemeler yapılarak bir sorgulamaya gidiliyor. Küçük denebilecek bu ailedeki tek kadın üye hem bu seçilmiş grup içinde hem de yönetmenin anlatmak istedikleri(Tanrı'ya bakış açısı, ölüm, varoluşun anlamı, insanın karanlık yapısı, toplumda kabul görmüş değerler...) yönünde önemli yer teşkil ediyor.
Siyah beyaz olması, seçilen mekanın özellikleri, karakterlerin bu denli derinliklerine inilmesi bakımından karanlık bir filmdir.
Le journal d'une femme de chambre / Bir Oda Hizmetçisinin Güncesi (1964)
Bunuel'in diğer filmlerine nazaran biraz daha sade bir film olarak değerlendirilebilir ancak yönetmenin sinemasında geleneksel olarak yer edinmiş alanlara yine dokunuluyor.
En beğendiğim aktrislerden biri olan Jeanne Moreau yine kendisini izlettiriyor ve canlandırdığı Céléstine karakteri ise sanki dünya onun etrafında dönercesine bir oyunla filmin odak noktasını oluşturuyor.
Film, Özcan Alper’in ilk uzun metraj çalışması olma özelliği taşıyor. Artvin doğumlu yönetmen üzerinde durulan konuyu -daha önce fazla uğranılmayan-mekanlar, -gerçekçi- oyunculuklar ve müzikler ile buluşturarak da benim nezdimde bir ilke imza atmıştır.
Ülkemiz yakın tarihinde (daha dün gibi) yaşadığımız belge niteliği taşıyan görüntülerin de filmin vurucu denebilecek noktalarına konuşlandırılmasıyla da filmin politik bilincimizi tazeleme işlevi ortaya çıkıyor.
Der Müll im Garten Eden / Cennetteki Çöplük (2012)
Yönetmen Fatih Akın, 2008'de Cannes'da
yarışan Yaşamın Kıyısında filminin çekimleri için Karadeniz'de bulunduğu sırada
cennet gibi doğanın içine dev bir çöplük yapıldığını görünce deyim yerindeyse
aklını kaçıracak gibi olur ve bu durumu kabullenemeyeceğini fark eder. Hemen
yerel yönetimle temasa geçen ünlü yönetmen Trabzon'un Çamburnu köyündeki
çöplüğün kaldırılması için ne gerekiyorsa yapılması için yetkililere çağrıda
bulunur. Bu çağrısı karşılıksız da kalmaz; zamanın Çevre Bakanı Osman Pepe bir
süre sonra Fatih Akın'la görüşür ve "Sen ne uğraşıyorsun bu işlerle, git
filmin çek" der. Pepe'nin Akın'a çekmesini tavsiye ettiği film hangisidir
tam olarak bilinmiyor, ama Fatih Akın bu sözleri kendine şiar edinir ve
Çamburnu'ndaki çöplüğün ve bu çöplüğün kaldırılması için mücadele eden
köylülerin belgeselini çekmeye karar verir. İşte bu belgeselin Cannes'daki
gösterimi öncesinde Gece Gündüz programı için bir röportaj yaptığımız Fatih
Akın şimdi soruyor: "Ben buradayım, Osman Pepe nerede şimdi? -Alıntıdır-
When Harry Met Sally... / Harry Sally İle Tanışınca (1989)
Arkadaşlık ile aşk arasındaki sınırlara yönelik bir sorgulama, kıyısından köşesinden bir zorlama gibiydi. Dikkatimi çeken şeylerin başında o dönemin saç şekilleri, giyim tarzı gibi şeyler oldu. Resmen komedi. Bazı sahnelerde arkada harika resimler yakalamışlar bunun yanında.
Meg Ryan ve Billy Crystal oyuncu olarak tek tük filmlerini seyretmiş olduğum insanlar fakat performansları bunların içinde en iyi olan bir örnekle karşılaştım.
Meg Ryan'ın orgazm taklit-gerçek sınama
sahnesindeki oyunculuk bir doruk noktası olarak değerlendirilebilir sanırım
fazla ileriye gitmeden.
Woody Allen: A Documentary / Woody Allen: Bir Belgesel (2012)
Filmin genelinde olaylar çok çabuk şekilde gelişiyor. Özellikle de karakterlere etki eden bu durum ile yaşanan dönüşümler izleyiciyi anlamdıramama durumlarına sevkedebiliyor.
Konu ve oyuncu kadrosu olarak iyi seçimler olmasına karşılık filmografisindeki diğer filmlere nazaran ortalamanın altında kalan bir Hitchcock filmi diyebilirim.
Yönetmen, oyuncular, senaryo tek tek düşünülecek olursa güçlü fakat bir araya geldikleri bu örneği göz önünde bulundurursak bir şeyler eksik kalmış. Her şeye rağmen karşımızda bir film var.
Bütünüyle bir toplumun dizayn edilme sürecinde yaşananlara içerde olduğu için uzak kalan ve de dışarı çıktığı zaman karşılaştığı yeni dünyaya ( çoğu değerlerin değiştiği ) epey yabancı durumda kalan, binevi boşluğa düşen adamın hikayesi denebilir. (Boşluk o düzenin bir parçası olanlar, adamımız dimdik ayakta durmaya çalışıyor.)
1980'e giden sürecin ve darbenin topluma etkilerini yansıtmak bakımından sinemamızın ve Kadir İnanır'ın değerli filmlerinden biridir.
Le charme discret de la bourgeoisie / Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği (1972)
Ustanın ahlak üzerinden burjuvayı, askeri öğeleri ve de kiliseyi taşladığı bir örnek olmasının yanısıra işin içine toplumsal boyutun da katılımıyla o dönem dünyasında yaşanan gelişmelere de göndermeler mevcut. Malum sınıfın cıvık ilişkileri sürrealizm hamurunda bir güzel yoğruluyor.
Yemek sofrasında bir araya geleceklere bakın hele. Malum burjuva iştahının kapsamı sınırsız(herkesi içine alabilir), mideleri de geniş...Size yemek yok! (der gibi birileri )
Ben filmi Bunuel'in gider ayak oluşturduğu saçayağının(Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği-Özgürlük Hayaleti -Arzunun Şu Karanlık Nesnesi ) ilk adımı gibi düşünüyorum.
McCabe & Mrs. Miller / McCabe ve Bayan Miller (1971)
Robert Altman'ın filmografisi içinde istisnai bir yere sahip olmakla beraber yönetmenin bu türe kendi bakış açısıyla farklı bir örnek kazandırmasından dolayı film ayrı bir noktada duruyor.
Kıyıda köşede kalmış bir küçük kasabadaki kapalı ortama düşen yabancılarla birlikte (genel olarak yabancılara bakış bellidir bu tip yerlerde) herkesin birbirine yabancı olduğu atmosfer oluşuyor, binevi sirayet ediyor.
Genel western türünün özellikerlnden irili ufaklı kırıntılar barındırsa da kadın-erkek ilişkileri, genelev, silah kullanımı vs. diye giden sebeplerden dolayı sürüden ayrılır bir film olarak nitelendirilebilir.
Hapishane filmleri kaçış öyküleri barındırır (doğal olarak) ancak bu film hem sinemanın çoğu unsuru bakımından içerdiği gerçekçilik hem de bu türün içinde savaş zamanı geçmek/geçmemek veya sosyal temaların yüklenmesi gibi önemli ayrım noktaları var. Yönetmen kısıtlı bir hareket alanında dış etkenlerden bağımsız ve de bağlantısız şekilde bulunulan ortama ve getirdiklerine(psikolojik açılardan özellikle) konsantre olmuş.
Bu kadar gerçekçi anlatım insanı senaryo ve kurgu açısından bilinebilirliğe sevk eder gibi olsa da filmin inandırıcılık bakımından sorgulayıcı hali bu gibi durumları engelliyor. Ve sıkılacağınızı düşündüğünüz yerde akıp giden karelere kendinizi bırakıyorsunuz.
İzlemeye değer.
Öncelikle filmi izleyeceklere serinin devamını yakın zamanlara denk getirerek izlemelerini tavsiye ederim. Nitekim Matt Damon'lu 3 filmden oluşan bu hikayeyi bağlantılarda/olaylarda yaşanabilecek kopukluklara fırsat vermemek için bir haftasonunu ayıraraktan ard arda izleme yoluna gittim.
Hafızasını kaybeden ve kimliğinin peşine düşen adamın ardından biz de gidiyoruz. Filmin sürükleyiciliği aksiyon türü baz alınırsa fazlaca yeterli, bütün bu gelişen sürecin odak noktasını yakın dönem dünya meselelerinde parmağı olan bir kurumun olması dolayısıyla da önemli konuların işlenmesi ayrı bir başarılı yönünü oluşturuyor.
Bu türe ilişkin başarılı bir örnek/seri/hikaye. Sinemanın çoğu unsuru bakımından iyi not hakkıdır, özellikle senaryonun.
İzlemeye değer, sırayı kaçırmadan.
Öncelikle filmi izleyeceklere serinin devamını yakın zamanlara denk getirerek izlemelerini tavsiye ederim. Nitekim Matt Damon'lu 3 filmden oluşan bu hikayeyi bağlantılarda/olaylarda yaşanabilecek kopukluklara fırsat vermemek için bir haftasonunu ayıraraktan ard arda izleme yoluna gittim.
Hafızasını kaybeden ve kimliğinin peşine düşen adamın ardından biz de gidiyoruz. Filmin sürükleyiciliği aksiyon türü baz alınırsa fazlaca yeterli, bütün bu gelişen sürecin odak noktasını yakın dönem dünya meselelerinde parmağı olan bir kurumun olması dolayısıyla da önemli konuların işlenmesi ayrı bir başarılı yönünü oluşturuyor.
Bu türe ilişkin başarılı bir örnek/seri/hikaye. Sinemanın çoğu unsuru bakımından iyi not hakkıdır, özellikle senaryonun.
İzlemeye değer, sırayı kaçırmadan.
Öncelikle filmi izleyeceklere serinin devamını yakın zamanlara denk getirerek izlemelerini tavsiye ederim. Nitekim Matt Damon'lu 3 filmden oluşan bu hikayeyi bağlantılarda/olaylarda yaşanabilecek kopukluklara fırsat vermemek için bir haftasonunu ayıraraktan ard arda izleme yoluna gittim.
Hafızasını kaybeden ve kimliğinin peşine düşen adamın ardından biz de gidiyoruz. Filmin sürükleyiciliği aksiyon türü baz alınırsa fazlaca yeterli, bütün bu gelişen sürecin odak noktasını yakın dönem dünya meselelerinde parmağı olan bir kurumun olması dolayısıyla da önemli konuların işlenmesi ayrı bir başarılı yönünü oluşturuyor.
Bu türe ilişkin başarılı bir örnek/seri/hikaye. Sinemanın çoğu unsuru bakımından iyi not hakkıdır, özellikle senaryonun.
İzlemeye değer, sırayı kaçırmadan.
Tüm bir düğün telaşesinin içinde farklı sınıflardan ve de kültürlerden insan ilişkilerini renkli resimler ve özgün müzikler eşliğinde izleme fırsatı buluyoruz.
Bazı sahnelerde farklı dillere geçişlerden dolayı duygu aktarımında eksiklik yaşanıyor. Filme yönelik diğer bir olumsuz değerlendirmem sonlara doğru koskoca resmin içinde beliren istismar olayıdır. Daha doğrusu konunun filmde işlenişi başarısız ve hal böyle olunca filmin içinde sırıtmaktadır.
Bütün bu yönlerine rağmen uzun zaman sonra bir Hint filmi seyretmemden midir filmden keyif aldım.
The Purple Rose of Cairo / Kahire'nin Mor Gülü (1985)
Anlatılan dönemin koşullarından sıyrılıp bir kaçış yeri olarak sinemayı gören kadının böylesine farklı bir dünyadan çıkagelen birisiyle kendi dünyasına yolculuğunu (psikolojik dalgalanmalarını vs.) Woody Allen'ın yönetmen ve senaristliğinde izliyoruz.
Film, Allen ve isminden dolayı epey ilgimi çekmişti ancak izledikten sonra beklentilerimin altında kalan bir eser olarak tarihteki yerini aldı.
Film ismini Casablanca(1942) filmindeki İngrid Bergman'ın "Play it once, Sam, for old times' sake." repliğinden almakla beraber Woody Allen aynı film üzerinden oyun haline getirmiş olduğu senaryosu dolayısıyla da bolca göndermelere sahiptir.
Allen'ın kadın erkek ilşkilerine ikili, üçlü, çoklu bakış açılarını çok iyi yansıtan bir örnek. Aynı zamanda bütün bunları anlatırken işin içine mizahi unsurların da katılımıyla eğlenceli bir hal almakta film.
L'année dernière à Marienbad / Geçen Yıl Marienbad'da (1961)
Alain Resnais'ın 'Hiroşima Sevgilim' filmine nazaran dolaştığımız labirent çok daha karmaşık bir halde ve bu izlenirlik açısından filmi zor hale getirebiliyor. Bu gidişat genel izleyici açısından geçerli olabilecek bir durumken benim için merkezde basit denilebilecek bir konunun bu denli bir yapıya(dolambaçlı çevre yardımıyla) dönüştürülebilmesi filmi değerli ve de benzersiz bir iş olarak kılıyor.
Anlatımında gerçek ile rüyaların ayırt edilememesinin, ustaca zaman ve mekan birliğinin ortadan kaldırılmasının, çekimlerin siyah beyaz ve teknik açıdan denemelere müsait mekan seçimlerine gidilmesi farklı ve güçlü olmasında etken olduğunu düşünüyorum.
Beykoz’da Sümerbank Eski Kundura
fabrikasında yaklaşık üç ay süren profesyonel bir teknik ve sanat çalışmasıyla
dev bir film platosu kuruldu. 45 gün süren film çekimleri ağrılıklı olarak bu
platolarda gerçekleştirildi.
Film çekimlerine başladığından itibaren Mustafa karakterinin yaşadığı olaylar
örgüsünü takip ederek kilo vermeye başlayan Memet Ali Alabora, film bittiğinde
tam 9 kilo vermişti.
Çekimler boyunca polis arabası, silah, kostüm gibi lojistik desteği İstanbul
Emniyet Müdürlüğü sağlarken, 78’liler Vakfı da döneme ilişkin ayrıntılarda
yapıma katkıda bulundu. Ayrıca Kültür Bakanlığı ve Eurimage da filme yapım
desteğinde bulundu.
Filmin tek olumsuz tarafı uzun süresi olarak gözükse de biyografik özelliklerin ve dönemin yansıtılması gibi daha önemli yönlerden başarılı olması bu gibi durumları önemsiz kılıyor.
Tarihin en önemli geçiş dönemlerinden birine bir yanda Avrupa-Rusya diğer yanda Amerika olmak üzere iki ayaklı bir şekilde 1.Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi, Amerikada savaş öncesi-sonrası farklı görüşler ve toplumsal hareketler temelinde bir bakış atıyoruz.
Warren Beatty yönetmen, oyuncu, senaryo ve yapım olmak üzere filmin taşıyıcı unsurlarında kendini hissettirmiş ve ödüllerle de bunların karşılığını almış. Ona eşlik eden diğer oyuncuların da hakkını yememek lazım zira hepsi çok başarılıydılar.
Yönetmenliği ile ön planda olmayan bir aktör olarak Beatty, anlatımda o dönemi yaşayan, devrimi ve komünist hareketlere tanıklık etmiş kişilerle yapılan röportajlara yer vererek farklı bir hava katmış.(Tabi bu durum filmin süresine de olumsuz etki etmiş.)
Son olarak bütün bu tarihi izlerken akıp giden bir aşk hikayesi de mevcut. Kritik günler yaşandığından bir aşkın kırılıp dökülmeden ilerlemesi zor gibi gözükmekle beraber yaşanan gelişmeler izleyicide merak duygusunu da canlı tutuyor. Bunda tarafların fazlasıyla kendi şahıslarına münhasır kişilikler olmasının etkisi büyük.
Seeking a Friend for the End of the World / İlk ve Son Aşkım (2012)
Açıkca söylemek gerekirse filme Steve Carell ve Keira Knightley gibi iki göz önünde olan oyuncunun bir araya gelmesiyle nasıl bir iş çıkacağını merakımdan gittim.(Buna paralel olarak -özetteki- göktaşının yaklaşmasına vurgu.)
Filmin komedi yanı sönük kalmakla beraber romantik kısımlarda ise ikilinin birbiriyle karşılaşmalarında eksik olan şeyi oyunculuklara değil de senaryo ve yönetmene bağlıyorum.
Çıkış noktası itibariyle dünyayı ilgilendiren bir konunun işin içinde olduğunu kabul edersek bulunulan atmosferin seyirciye yansıtılması bakımından geniş bir bakış açısı olması gerekirken kamera dar bir alana odaklanmış. Bu alanda da var olan fazlaca karamsarlık tablosu boğucu etkisini göstermekten geri kalmıyor.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkelerinden uzak diyarlara sürgün edilen Polonyalı insanlara çekirdek bir aile üzerinden bakış söz konusu.
Filmi, propaganda kokmasından ve de senaryo olarak vasatı aşamamasından dolayı uzak durulması gereken bir yapım olarak değerlendiriyorum.
The Great Train Robbery / Büyük Tren Soygunu (1903)
Aradan bir asırdan fazla zaman geçmiş ve sinema adına ilk kıpırdamalardan, hareketlerden biri olduğunu düşünürsek çok değerli bir yapım. Bugüne kadar ulaşması da bizler için ayrı bir şans.
Ne tam bir savaş ne de tam bir aşk...İç savaşın topluma etkilerini (özellikle de geride kalanlara) anlatmak isterken ortaya çıkacak muhtemel karanlık tabloyu uzun denebilecek süresine rağmen iyi oyunculukların getirdiği sıcak havayla bertaraf eden bir film. Nicole Kidman ve Jude Law'un bu yöndeki oyunculuklarına Renée Zellweger apayrı bir performansla destek vermiş ve oscar'ı da kapmış.
Filmin adı vs. soğuk ama anlatılan duygular sıcacık. Keyifle izlenebilir bir yapım.
İkinci Dünya Savaşı sonrası burnunu soktuğu hiçbir noktada net bir başarı elde edemeyen Amerikanın, dünyanın çeşitli bölgelerinde yürüttüğü kirli operasyonlarının da bu denli karanlık bir arka planı olması olağan bir durum olarak karşımızdadır. Film konu seçiminde böyle bir suda yüzerek olayı damardan yakalamaya çalışmıştır.
Kurgu bakımından başarılı olmasından daha yüksek bir puanı hak etse de oyunculukların buna aynı derecede eşlik edememesi olumsuz yanını oluşturuyor.
Filmin aynı adla Denzel Washington'ın başrolünde olduğu dönem olarak Körfez Savaşı'nı seçmiş versiyonu mevcut.
Jean Vigo'nun kısa sinema serüvenindeki döneminin rekortmen Fransız yüzücüsü Jean Taris üzerinden yüzme tekniklerini döneminin üzerinde çekim teknikleriyle harmanlayarak bizlere sunduğu bir örnektir.
Tabor ukhodit v nebo / Çingeneler - Ateşli Kan (1976)
Çingene kültürüne has keskin hal ve gidişat (siyah ve beyaz at imgesinde olduğu gibi) eşi benzerine az rastlanabilen bir aşk etrafında anlatılmaya çalışılmış. Yaşanan aşk, bir çeşit savaş misali ilerliyor. Sınırlar kritik anlarda karşınıza çıkabiliyor. Bunda özellikle de kadın karakter üzerinden kurulan özgürlük alanının değişkenlik göstermesinin etkisi olabilir.
Anlatımda bazı anlar denk geliyorki etki alanına girmeden edemiyorsunuz. Bunun sebebini masalsı-isminden harketle romansı- özelliklerini nerden aldığına bakmamız gerekiyor. Orda da karşımıza Gorki çıkıyor. Kelime oyunları, tuzaklar ya da kurulan ağlar şeklinde gelişen düellolarda yankılanan özlü sözler şeklinde kendini farkettiriyor. (Rusçanın bir kadına ne kadar yakıştığı, bunun ne kadar etkili kullanıldığı anlar bunlar.
Karakterler açısından belirgin farklılıklar olmasına karşın ortak noktalarda mevcut. Kadın karakterin renkli olduğunu (gölde ıslandıktan sonra üzerinden çıkan fazlaca eteği tek tek çiçeğin yaprakları şeklinde dizmesinden anlaşılacağı üzre) anlıyoruz. Kendini ulaşılmaz gören ve bu şekilde özgürlük bakımından erkek karaktere göre daha geniş bir hareket alanı olduğunu görüyoruz.(Ancak bu kadar objektif bakılabilirdi.) Erkek karakter ise daha düz, hedefe yönelik bir oyun sergiliyordu.(Onu fazla takip etmemişim.)
Bu kültürde müziklerin kullanımı ve de bunun daha özelinde fazla duyulmamış seslerle film bu alanda da doyurucu etkisini, farkını gösteriyor.
Film, sonu itibariyle de benzersiz yanını bir kez daha ortaya koyuyor. Etkileyiciden öte vurucu bir sondu. Böyle bir liste yaparsam ilk 10'da yer alacaktır.
Yönetmenin Powaqqatsi ve Noqayqatsi ayaklarıyla oluşturduğu üçlemenin ilk filmi.
Tüm yaşanmışlıkların ardından geldiğimiz noktaya toplamda hayatı oluşturan görüntülerin ve onlara eşlik eden müziklerle birlikte hiç diyalog içermeden etkileyici bir şekilde sunuyor belgesel.
Yönetmen üçlemede, doğa ile üzerinde kurulu modern dünyayı/medeniyeti başlangıçtan alarak tarihsel bir süreç içinde bugüne kadar getiriyor. Sonuçta bir çelişkinin varlığına işaret ediyor.
Koyaanisqatsi (Hopi dili) isim : 1- Çılgın yaşam, 2- Hengame içinde yaşam, 3- Bütünselleşmesi bozulan yaşam, 4 Dengesi olmayan yaşam, 5- Başka bir yaşam biçimi arayan yaşam hali...(bu tür kelime anlamları varmış-alıntıdır)
Philip Glass'a ait müziklerden oluşan soundtrack'i de ayrıca edinip dinlemenizi tavsiye ederim. Klasik müzik niyetine...
Filmin üzerine kurulu olduğu kelimeler, yüzler ve fotoğraflar bölümlerini insanoğlunun iyi veya kötü oluşuyla ilişkilendirerek dairesel bir kısır döngü etrafında; bu yüzlere ait bu kelimeler var olduğu sürece fotoğraf değişmeyecektir şeklinde yorumladım.
Bölgeye yönelik filmler arasında farkını ortaya koyan bir film. Tavsiye ederim. Ayrıca inceleme yazısı için kuzeydebiryer'e teşekkürler.
Angst essen Seele auf / Ali: Korku Ruhu Kemirir (1974)
Aslında göçmenlik konusu daha genel düşünülebilir ancak filmin yönetmeni Fassbinder'in kendi tecrübelerinden yola çıkarak rahatça empati kurabildiğinden dolayı Almanya özelinde kısıtlı tutabiliriz. Özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası demografik yapı ve bu yapının içerisinde önemli bir parçayı oluşturmamız bakımından konunun epey yakınlarımızdan geçtiği aşikardır.
Film yalnızlıkla yola çıkıp aşkla buluşuyor. Olağan durumlar...Fakat önemli olan nasıl koşullar (toplumsal değerler, ahlak anlayışı vs.) içinde doğduğudur. Yabancılara karşı kalıplaşmış bir bakışın hakim olduğu, ötekileştirmenin kol gezdiği bir ortamda göçmen bir işçinin kendisinden 20 yaş büyük Alman bir kadına aşkı söz konusu olunca işin şekli değişiyor. Mahalleden 70'ler Almanyasına genişleyen bir yabancı düşmanlığına yolumuz düşüyor. Baskı ve linç kültürünün çok net bir şekilde beslenebileceği kaynakların mevcut olduğu bir ortam.
Bu tür ortamlarda inceden inceye taraflar da gün yüzüne çıkar. Taraflar arası geçişler ve duruma göre şekil değiştirmeler insanoğlunun uzun süre kaldırabileceği cinsten değildir. Elbet sonunda hasta düşer. Ancak filmde bağlanan hastalık halinin toplumsal bir fotoğrafın göstergesi olduğunu düşünüyorum.
Derinlere işlemiş bu gibi örneklerde buzların bu denli kolay çözülmesi gerçeğe yakın durmamakla beraber filme yönelik eleştirilerimden biridir. Diğeri ise; oyuncuların bazı sahnelerde oyun oynar gibi oynamalarıdır, kendini belli ediyor.
-Ek bir bilgi- Eğer filmin seçmelerinde Tuncel Kurtiz seçilmiş olsaydı farklı bir ismi olup Ali diye çağırılan Faslı'nın yerine o oynabilirdi. Oyuncunun anlattıklarına göre film ilkin "Her Türk’ün Adı Ali” diye çekilecekti ve bir Türk Ali-oyuncu- arıyorlardı.(Altyazı Dergisi)...Bu ayrıntıyı başlarken yazdıklarımla ilişkili düşünebiliriz.
Sinemanın içinde tiyatro, film içinde oyun, hapishane içinde Shakespeare...
Siyah beyaz çekimler ve gerçekte mahkum olan oyuncuların kullanılması bu ülke sinemasına yabancı olmamakla birlikte filmin can alıcı noktalarından birini oluşturuyor. Prova-oyun şeklinde iki ayrı bölümde mahkumlara baktığımız bölümlerin siyah beyaz, oyunun sahnelendiği anların renkli olması ile yönetmen, kurmacası içerisinde sanatın etkisini yansıtmak ister gibi.
Gerçekle oyun arasında gidip gelirken kimin hangi rolü oynadığı konusu arada kaynıyor. Film, kısa süresi içerisinde kurulduğu gerçek mekan ve üzerindeki gerçek oyunculardan fazla detay veremiyor. Hal böyle olunca gerçek ile oyun arasında bir tarafa çok fazla yük biniyor ve sinemada bir oyunun belgeseli diyebileceğimiz tarzda ürün çıkıyor karşımıza. Benim için olumsuz taraflarından biri buydu.
Çoğu sinema izleyicisine hitap etmeyebilir. Hem tiyatroya hem sinemaya yakın olan sanatseverlerin daha iyi kritik edebileceği bir yapım. Çeviride emeği geçen Subext ekibine de ayrıca teşekkürler.
Filmin kolaya kaçar bir yanı yok değil. Kısa denebilecek süresi içinde bir hikayenin 20 dakikalık üç farklı versiyonuna yer vermesi bunda etken. Bu zaman diliminin üç farklı video-klip olarak da doldurulduğunu söyleyebiliriz. Filmin müziklerinin bu bölümlerde devreye girmesi ile yakalanan görüntü-müzik uyumu sürükleyiciliği de beraberinde getiriyor.
Aynı istikametten giden yol farklı sonlara ulaşsa da dikkat çekilen nokta sonlardan çok yolda yaşananlardır. Kader veya tesadüf konuları içerisinde farklı seçimler farklı sonuçları doğursa da sorulan sorular dönüp dolaşıp aynı noktaya getiriyor insanı.
Son dönem Alman sinemasından güzel bir örnek ama abartmaya da gerek yok.
Film, karakterin peşinden gidilmesi, siyah beyaz görüntüler eşliğinde bir ülke panoraması sunması veya tek başına yürümelerde olduğu gibi karanlık bakış açısıyla çoğaltılabilecek birçok noir örnekle akımın tam göbeğinde olmasına karşılık birçok farklı ve ek özellikler de barındırıyor. Yeni dalga akımının özelliklerinin dışına taşan bir yoldan gidiyor.
Asıl yüzünü bir suç filmi olarak gösterse de Truffaut'nun yaratmak istedeği etkiden dolayıdır ki filmde birçok türden özelliği bulabiliyorsunuz. Türlü yemekvari...Nitekim fragmandaki "Film birçok perdeden çalıyor; hepsi çok güzel ve hepsi çok farklı" sözü bunun kabullenilmiş olduğunun göstergesi.
Allen'ın Avrupa'da çektiği diğer filmlere benzer tadı içeriyor. Artı özelliklerinden birisi şehir güzellemesi olarak diğerlerine epey fark atması. Zaten içerdiği hikayelerdeki karakter seçimlerinde de gördüğümüz renkliliği kente yayarak harika resimler sunuyor.
Diğer filmlere nazaran olumsuz tarafını ancak hikaye sayısının fazla oluşunda arayabiliriz. Farklı özellikleriyle karşımıza çıkan dört hikaye var ve bunlar parça parça anlatıldığında her ne kadar kendi içlerinde çoğunlukla aktarım başarılı olsa da(onlarda da zaman zaman iniş çıkışlar olabiliyor) izleyici bunları bütün olarak görmekte zorlanabilir. İspanya veya Fransa ayaklarında görülen hikaye azlığı ya da ilkin dağınık halde bulunan hikayelerin yavaş yavaş bir araya gelmesi şeklinde gerçekleşerek olayın derinlemesine işlenmesinde kolaylık sağlayan bir etken olarak karşımıza çıkabiliyor.
Hikayeleri beğeni sıram şöyle oluştu: 1-Bir cenaze levazımatçısını opera söyletmek üzere sahneye çıkarmaya çabalayan Amerikalı bir opera direktörü(Woody Allen), 2-Gençlik yıllarının özlemini duyan ünlü bir Amerikalı mimar (Alec Baldwin), 3-Başkalarıyla romantik ilişkilere giren taşralı genç bir çift, 4-Bir anda kendisini Roma’nın en ünlü insanı olarak bulan orta sınıftan sıradan bir Romalı (Roberto Benigni).
Sinemada Allen'ı da izlemiş olduk. Adamın çoğu filmini seyrettik ama beyazperde'de kısmet 48. filmeymiş.